EkolojiGüncelMakaleler

YORUM | Ekoloji; Direniş Ne Tarafta?

"Ekoloji mücadelesine atfedilen barışçıl direniş tarzı, karikatürleşmiş hippi karakteristik özellikler ve “foncu” dernek tartışmaları da ele alınması gereken, ekoloji mücadelesi içerisindeki küçük burjuva yönelimlerdir. Bu tipoloji, iktidarın ekoloji mücadelesine yönelik ürettiği söylemlerin ana zeminini oluşturmaktadır."

Dünyada yükselen ekoloji mücadeleleri ve ana akım ekolojist söylemler, Türkiye’de de kendisini göstermektedir. Doğanın talanı ve geri dönülemez noktalardaki tahribatı, uluslararası kamuoyunda da kabul gören bir olgudur. Birleşmiş Milletler’den Avrupa Birliği’ne, birçok uluslararası platformda devletler çeşitli gündemler oluşturmuş ve çeşitli protokoller hazırlamıştır. Devletlerin, dolayısıyla burjuvazinin halkla ilişkiler ve reklam yüzleri yeryüzünde yaşayan insanları daha doğa dostu olmaya, tasarruflu yaşamaya ve mesela “karbon ayak izi”ni azaltmaya davet etmektedir. Ne yazık ki, küresel çevre krizinin büyüklüğü ve kaynağı gözönüne alındığında, böyle bir yaklaşım hem yetersiz hem de politik olarak yanıltıcıdır. Burjuvazi bizi “karbon nötr” hayatlar yaşamaya çağırıyor. Ancak hesap vermeyen devasa çokuluslu otomobil üreticileri, fosil yakıt tekelleri, devasa mineral işleyicileri ve büyük enerji üretim şirketleri ve şirketleşmiş kamu hizmetleri sera gazlarını müthiş oranlarda havaya salıyorken, bu nasıl bizim, yani insanlığın suçu ya da sorumluluğu olabiliyor?

Burjuvazi burada yarattığı ideolojik karmaşayla, doğanın yok oluşunun vicdani yükünü insanlığın tümüne yüklüyor.

Elbette doğa dostu yaşamak, elden geldiğince sürdürülebilir yaşamlar sürmek iyidir. Ancak bunun tek başına krizi durdurmaya yetmeyeceğinin açık olması gerekir. Bu kesinlikle kitlesel ekoloji hareketinin ana stratejisi olamaz, çünkü bu yaklaşım gerçek suçluları serbest bırakacak ve değerli kitle enerjisini ekolojik bozulmayı yönlendiren altta yatan sistemsel dinamikten uzaklaştıracaktır.

Kapitalizmin tarihsel yolcuğunda temel olan, ekolojik ve sosyal saldırganlığının maliyetini, yaşadığımız gezegeni zehirli atıklarını boşaltabileceği dev bir gider olarak kullanarak toplumun tamamına yükleme gücüdür. Büyük kapitalistler, endüstriyel atıkların ortadan kaldırılması, nötrleştirilmesi veya geri dönüştürülmesiyle uğraşmak zorunda kalmazlarsa daha fazla kar elde edebilirler. Zehirli atıkları, havaya veya en yakın nehre dökmek çok daha ucuzdur. Böylece toplum, üretimin gerçek maliyetini ödemek yerine bir bütün olarak karmaşanın bir kısmını temizleyerek ve çevresel veya sağlık maliyetlerine katlanarak şirketlerin kâr elde etmesini sübvanse eder.

Buradaki temel çelişki, kapitalist üretim modelinden ve dolayısıyla emperyalist saldırganlıktan ortaya çıkmaktadır. Bugün ve geçtiğimiz yüzyılda bu sistemin yarattığı tahribat her gün kendini yeniden ispat etmektedir. Kapitalistler için kâr, başlı başına bir amaçtır. Üretilen malların ya da politikaların temel insan ihtiyaçlarını karşılayıp karşılamadığı, anlamlı ya da anlamsız bir tüketime sebep olup olmadığı, hatta insanlara ve gezegene zarar verip vermediği onlar için önemli değildir. İster iç savaştan ya da selfie çubuğundan, isterse ormanların kesiminden ya da organik ürünlerden gelsin, para paradır.

Ekolojik yıkım yalnızca ormanların kesiminden, maden sahalarından ya da su kaynaklarının tüketiminden ibaret değildir. Aynı zamanda işçi ölümleri, kırsal alanlarda yaşayanların mülksüzleştirilmesi ve tarımın tek tip bitki yetiştiriciliğine ve kapitalist üretim modeline geçirilmesi, coğrafyaların emperyalist saldırganlıklarla insansızlaştırılması ve milyonlarca insanın göçe zorlanması vb. tüm diğer kapitalist politikalar da ekolojik yıkımın birer parçasıdır. T.Kürdistanı’nda bombalar yağdıran makineyle, Kazdağları’nda kesim yapan makineyi çalıştıran düğme aynı düğmedir. Adana’ya Avrupa’dan çöpleri getirip atanla, Erzincan’da hiçbir önlem almaksızın maden işleten sistem aynı sistemdir.

Yani gezegeni ekolojik yıkıma sürükleyen bu şey, insanlığın tüketim biçimleri değil, insanlığa bunu dayatan kapitalist üretim modelidir.

“Kış kış” sloganlarıyla nereye kadar?

Gezi Parkı sürecinden bu yana, muhalif toplumda ekoloji mücadelesi ve doğa savunuculuğu kalıcı bir gündem haline gelmiştir. Maden faciaları, depremler, orman yangınları, seller, taşkınlar, obruklar, kuraklık; iş cinayetleri, rant ve usulsüzlükle inşa edilen yapılar, yangın arazilerine yapılan oteller, kasıtlı plansız kentleşme, su kaynaklarının plansız tüketimi, mega projeler… Tüm bunlar içerisinde olduğumuz dönemde Türkiye’de gerçekleşen ve gerçekleşmeye devam eden olgulardır. Tüm bu olgular, AKP iktidarı ile özdeşleşmiş ve gerçekten de pek çoğu AKP iktidarı ve çevresi eliyle sürdürülmüş ve sürdürülmektedir.

AKP ile özdeşleşen bu durum, kapitalistlerden bürokrat, bürokratlardan da kapitalist yaratan neo-liberal saldırıları da eklersek, muhalif kitlelerde doğanın talanının ve tahribatının yegane sorumlusunun AKP olduğuna ya da bu saldırganlığın AKP’den ibaret olduğuna dair bir yaklaşımı ortaya çıkarmıştır.

Bu yaklaşım anlaşılır olmakla birlikte, yetersiz ve burjuva muhalefetteki restorasyoncu yaklaşımın izdüşümüne denk gelmektedir. Türkiye’deki ekoloji mücadelesinde en belirgin eğilim, bu statükocu ve yüzeysel anti-AKP eğilimidir. Bu paradoksal yaklaşım, kabaca ve en duru şekilde Gezi Parkı direnişi sonrası ortaya çıkan “İlk üç gün ben de destekledim” tabirinde vücut bulmaktadır. İktidarın politikalarına karşı sokağa çıkıp, çeşitli direniş alanları yaratıp aynı zamanda da statükonun gereklerini ve jargonunu yerine getirmekten ibaret bu tutum, ne yazık ki ekoloji mücadelesindeki kitlenin en geniş kesimidir.

Buradan yola çıkarak örnek vermek gerekirse; Akbelen’de geçtiğimiz yaza dek süren direnişte sistem karşıtı, devrimci ve bütünlükçü bir mücadele biçimini ya da nüanslarını görmek mümkündü. Ancak ne yazık ki bu tür direniş noktaları kitleselleştikçe ve kamuoyunda kabul gördükçe devletin resmi ideolojisinin de buralara sızdığını görmek mümkündür. Yangından mal kaçırırcasına ağaç kesiminin olduğu Akbelen’de, aynı günlerde Cudi’deki yangına ilişkin de söz söyleyebilmek gerekliydi, söylendi de.

Ancak ardından direnişin çevresine yamanan faşist-şovenist çevreler bu çıkışları frenleyebilmek ve hatta mümkünse durdurabilmek için elinden geleni yapmıştır. Bu yaklaşım, diğer toplumsal mücadele zeminlerinde de olduğu gibi ekoloji mücadelesinde de en sinsi yaklaşım biçimidir. Gündem genellikle popülizme boğdurularak, kitlelerin enerjisi absorbe edilmektedir.

Direnişlerin devrimci potansiyeli ya da en azından sistem karşıtı söylemleri basit bir hükümet karşıtlığına indirgenerek ve devletin şovenist tutumları tekrar edilerek tüketilmektedir. Bu noktada bizlere düşen, direniş alanlarında bu yaklaşımı ifşa etmek ve ekoloji mücadelesindeki direnişlerin açıkça kapitalist emperyalist sisteme karşı olduğunu ifade etmektir. Akbelen’de direnişçilerin karşısına çıkarılan yüzlerce asker ve polis, açıkça patronu ve patronların ideolojilerini savunmaktadır.

Bu haliyle burada suya sabuna dokunmadan muhalefet yapma arzusu ancak burjuva muhalefetin ve burjuva liberal çevrelerin payına düşebilen bir şey olmalıdır. Zira yok olan ağaçlar, tıraşlanan orman arazileri, yerinden edilen köylüler, dinamitle düzlenen tepeler biz emekçilere karşı yapılan saldırılardır. TC ve egemen sınıflar, bu saldırıları T.Kürdistanı’nda başka biçimlerde, AKP iktidarının çok öncesinden başlayarak sürdürmektedir. Ayrıca Türk ordusunun yakıtı, patlayıcıları ekolojik yıkımın neresine denk düşmektedir? Ya da Türk ordusunun sürekli çatışma ve “güvenlikçi politikalar”la insansızlaştırdığı bölgeler? Bu soruları soramayan, burjuva muhalefetin güvenli bölgesinden çıkamayan bir ekoloji mücadelesi, Hacivat Karagöz oynamaya mahkumdur.

Ekoloji mücadelesine atfedilen barışçıl direniş tarzı, karikatürleşmiş hippi karakteristik özellikler ve “foncu” dernek tartışmaları da ele alınması gereken, ekoloji mücadelesi içerisindeki küçük burjuva yönelimlerdir. Bu tipoloji, iktidarın ekoloji mücadelesine yönelik ürettiği söylemlerin ana zeminini oluşturmaktadır. Dünyada da iktidarlar, medya yoluyla ekoloji mücadelesi veren insanları bu karikatürün içine hapsetmektedir.

Yine Akbelen direnişi sırasında ortaya çıkan bir haberde Limak Holding yönetim kurulu başkanının Doğal Hayatı Koruma Vakfı (WWF)’nın mütevelli heyeti üyesi olduğu ispatlanmıştı. Burada tartışmak istenilen tek tek bu nitelikteki insanların direnişe harcadıkları emek ya da potansiyelleri değil, mücadelelerinin izdüşümü olan bireyci tutumlar, sosyal ağlardan ibaret olan, sınıf atlama ya da camiada prestij kazanmak üzerine organize edilmiş kurum ya da kuruluşların küçük burjuva niteliğidir. Bu çevrelerin “profesyonel” nitelikleri ya da temsiliyetleri ekoloji mücadelesini yani kapitalist yıkımı, tanımlayabilecek ölçüde ve biçimde olması mümkün değildir. Zira üretim ilişkileri veya sömürgeci ilişkiler içinde bir pozisyonları yoktur, varsa da statükonun tarafındadırlar.

Genellikle ekoloji mücadelesinin en medyatik ve karikatür grupları olan hippiler ise basitçe bireysel fikriyatlarla hareket eden, spiritüalizm ve idealizmin el verdiği ölçüde bir izolasyonla “doğaya sığınmış” çevrelerden oluşmaktadırlar. Şiddetsizlik, disiplinsizlik ve yoğun idealizm direnişin büyüklüğünü görmelerinin önüne bir duvar örmektedir. Bu çevrelerin genellikle kendilerine atfettikleri bir siyasi pozisyon yoktur ve bu tartışmada idealizmin en ileri noktasına denk düşmektedirler.

Hareketin geneline atfedilen ve aynı zamanda temenni edilen barışçıl eylem tarzı, aşılması gereken en büyük engellerden birisidir. Ekoloji mücadelesi genel geçer söylemlere, medya eliyle yaratılmış karikatürlere, burjuva siyasetçilerin ziyaret fotoğraflarına, faşistlerin demode vatanı kurtarma söylevlerine, proje peşinde koşan derneklere ve popülizme teslim edilemeyecek ölçüde bir öneme sahiptir. Biz devrimciler, insanı ve doğayı yıkıma sürükleyen kapitalist krize karşı ekoloji tartışmalarını ve şiarlarını yükseltmeyi kendimize bir görev edinmeliyiz. Doğayı, insanı, kültürleri ve kimlikleri yok eden şey kapitalizm ve emperyalizmin ta kendisidir.

Ekoloji tartışmaları ne emek tartışmalarından ne de sömürge tartışmalarından bağımsız bir meseledir. “Doğa” dediğimiz dışsal olguya yabancılaşmamız ve ekolojik krizlerin yalnızca afetler ya da toplu yıkımlardan ibaret olduğuna inanmamız, her gün ve her an milyarlarca insanın zihinsel, bedensel ve mekansal tahribata maruz kaldığı gerçeğini değiştirmemektedir.

“Doğa, yani kendisi insan bedeni olmayan doğa, insanın organik olmayan bedeni­dir. İnsan doğa aracıyla yaşar sözü, şu anlama gelir: doğa in­sanın ölmemek için, kendisi ile sürekli bir süreç sürdürmesi gereken bedenidir. İnsanın fizik ve entelektüel yaşamının do­ğaya sıkı sıkıya bağlı olduğunu söylemek, doğanın kendi ken­dine sıkı sıkıya bağlı olduğunu söylemekten başka hiçbir anla­ma gelmez, çünkü insan doğanın bir parçasıdır.” (Karl Marx, 1844 El Yazmaları)

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu