Başkan Mao 17 Mayıs 1958’de ÇKP’nin 8. Parti Kongresi’nde yaptığı konuşmada, kapitalist emperyalist sistemin içinde bulunduğu durumdan hareketle bir değerlendirme yapmakta, “bununla birlikte, savaş olasılığı da vardır. Manyaklar var ve emperyalizm kendisini ekonomik krizlerden kurtarmak istiyor” ifadelerini kullanmaktadır. 2025 yılının ilk günlerinde yaşanan kimi gelişmeler, önümüzdeki sürecin tam da Başkan Mao’nun ifade ettiği şekilde gerçekleşeceğinin işaretlerini vermektedir.
Günümüzde kapitalist emperyalist sistemin içinde bulunduğu durum, emperyalist güçler arasında artan rekabet ve çelişkiler, yeni bir paylaşım savaşı olasılığını güçlendirmektedir. Bu nedenle uluslararası alanda gerek emperyalist güçler ve gerekse de bölgesel gerici güçler, ABD’nin yeniden seçilen ve 20 Ocak’ta resmen ABD Başkanı olacak Donald Trump’ın göreve başlama gününe kadar ellerini güçlendirmeye çalışmakta ve deyim yerindeyse sürece dair vaziyet almaktadırlar.
D.Trump’ın “savaşları bitireceğim” diyerek Ukrayna Savaşı’nda Rusya lideri V.Putin’le görüşeceği ya da Ortadoğu’da Filistin direnişinin İsrailli savaş esirlerini derhal serbest bırakması gerektiği yoksa “Ortadoğu’yu cehenneme çevirme” tehdidi gibi açıklamaları ve göreve başlamasıyla uluslararası alanda “yeni bir süreç” başlayacağı algısı yaratılmaktadır.
Bu algı elbette yanıltıcıdır. D.Trump’ın göreve başlamasıyla emperyalistler arası çelişkilerin ortadan kalkmayacağı ve dahası yeni gündemlerle daha da keskinleşeceği açıktır. Nitekim yeni yılın ilk günleri uluslararası alanda çelişkilerin azalması bir yana daha da görünür olmasıyla başladı. Bu başlıkta özellikle D.Trump’ın Beyaz Saray’da görevi devralmadan Panama Kanalı’nı ve Grönland’ı ele geçirmek istediğine yönelik açıklamalar yapmasına değinmeliyiz.
D.Trump, “Panama Kanalı’nın da Grönland’ın da ABD’nin ekonomik güvenliği için gerekli olduğunu” ileri sürerken aynı zamanda Kanada’ya da ABD’nin bir parçası haline gelmesi için ekonomik baskı uygulayacağını açıkladı. D.Trump’ın Kanada, Grönland ve Panama Kanalı’na dair bu açıklamaları önümüzdeki süreçte yaşanması olası gelişmelere dair fikir vermektedir.
ABD emperyalist tekellerinin sözcüsü olarak yeniden seçilen D.Trump’ın henüz göreve başlamadan yaptığı bu açıklamamalar; uluslararası alanda emperyalist tekeller arasında yaşanan çelişkilerin ve özellikle de emperyalist hakimiyetin bir ürünü olarak pazar rekabetinin tüm hızıyla sürdüğünü ve dahası önümüzdeki süreçte giderek şiddetleneceğini göstermektedir.
Nitekim D.Trump, hem Panama Kanalı hem de Grönland’ı ele geçirmek için bu bölgelere yönelik askeri operasyon ihtimali yadsınmamaktadır. D.Trump, Panama Kanalı’nın Çin kontrolünde olduğunu öne sürerek “Panama Kanalı bizim ülkemiz için hayati. Çin tarafından kontrol ediliyor ancak biz burayı Panama’ya verdik, Çin’e vermedik. Bu hediyemiz istismar edildi” demektedir.
D.Trump, Avrupa Birliği üyesi Danimarka’ya bağlı ve özerk bir statüye sahip Grönland Adası’nın ABD’nin “ulusal ve ekonomik güvenliği için kritik” olduğunu ileri sürerek adayı “satın alma” isteğini açıklamaktadır. Kuşkusuz “ulusal güvenlik”ten kastedilen Grönland Adası’nın yeraltı kaynaklarının ABD tekellerinin yağmasına doğrudan açılmasıdır. D.Trump’ın bu açıklamalarına hem Grönland hem de Danimarka tepki göstermekle birlikte AB emperyalistleri adına Fransa Dışişleri Bakanı J.Barrot; “Avrupa Birliği, kim olursa olsunlar, dünyadaki diğer ulusların, birlik sınırlarına saldırmasına izin vermeyecek” açıklamasıyla yanıt vermekte; Almanya Başbakanı O.Scholz ise içinde bulundukları dönemi “çok ciddi” olarak tanımayarak; “Amerika’daki bazı güçlerin Batı’nın demokratik kurumlarını yok etmek için oldukça bilinçli bir şekilde çalıştığı bir dönemdeyiz. Önümüzdeki birkaç yıl içinde ABD ile ilişkilerimizin nasıl gelişeceğinden emin olamayacağımız bir dönemdeyiz” ifadelerini kullanmaktadır.
Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere ABD emperyalizmini “yeniden büyük yapma” iddiasıyla seçimleri kazanan D.Trump ve “iş ortakları”, emperyalist tekellerine esas rakip ilan ettikleri Çin’i hedeflemektedir ancak aynı zamanda “ittifak” içinde oldukları AB emperyalistleriyle de rekabet edeceklerinin sinyallerini vermektedirler.
Nitekim D.Trump, daha önceden de Avrupalıları daha fazla ABD petrolü ve gazı satın almaya zorlamak için açıkça tehdit etmiş; aksi halde Avrupa’dan yapılan ithalatlara ağır gümrük tarifeleri getireceğini açıklamıştı. Kısaca dün kendisine “kurtarıcı” olarak A.Hitler’i gören emperyalist burjuvazi, günümüzde D.Trump’ı “kurtarıcı olarak seçmiş durumdadır. ABD emperyalizmi D.Trump’un liderliğinde yeni bir paylaşım savaşının baş kışkırtıcılığını yapmaktadır.
Suriye’nin yeniden paylaşımı örgütlenirken
Öte yandan emperyalistler arası çelişkinin sürdüğü bir başka coğrafya olan Ortadoğu’ya yönelik D.Trump’ın açıklamalarının da bir kıymeti harbiyesi bulunmamaktadır. “Ortadoğu’yu cehenneme çevirmek”le tehdit edenler zaten bölge halklarına yaşatılan cehennem koşullarının birinci dereceden sorumlularıdır. Ortadoğu coğrafyası, yıllardır başta İsrail’in Filistin ulusuna, TC’nin Kürt ulusuna yönelik saldırılarına, savaş ve çatışmalara tanık olmaktadır.
Gazze’de “canlı yayın” eşliğinde aralarında çocuklarında olduğu 50 binin üzerinde (ki rakam daha fazladır) insan katledilmiştir. TC devletinin Rojava’ya yönelik saldırıları sürmekte ve halk katledilmeye devam edilmektedir.
Kısa bir süre önce 13 yıllık iç savaşın ardından Suriye’de iktidar, “İsrail’in güvenliğini sağlama” ve elbette Suriye pazarına hakim olmak adına El Kaide ve IŞİD’in devamı olan selefi cihatçı HTŞ çetelerine teslim edilmiştir. Bu çeteler başta Aleviler ve Hristiyanlar olmak üzere “kendilerinden olmayanlara” yönelik katliamlar gerçekleştirmeyi sürdürmektedir. Bu anlamıyla Ortadoğu, emperyalistler ve bölge gerici güçleri tarafından ezilen halklar ve inançlar için zaten “cehenneme döndürülmüş” durumdadır.
Ortadoğu başta ABD emperyalizmi olmak üzere, emperyalistler açısından önemli bir coğrafyadır. Bu coğrafyada ABD, AB ve İngiltere emperyalistlerinin çıkarlarını korumak için İsrail siyonizmi ve TC faşizmi, iki gerici güç olarak desteklenmektedir. Nitekim bu iki gerici gücün taşeronluğunda Suriye’de Esad rejimi, selefi cihatçı çetelere ihale edilmiş ve rejim yıktırılmıştır. Şimdi batı emperyalistleri ve bölge gerici devletleri Suriye pazarından pay kapmanın hesapları içindedirler.
Batılı emperyalistler daha dün “terör örgütü” ilan ettikleri HTŞ ve liderinin “Suriye devriminin lideri” olarak pazarlamakta bir sakınca görmemektedirler. Dünün selefi cihatçısı bugünün Şam’da “geçici hükümet”in başkanı olan Colani ile el sıkışmaktadırlar. Dahası İtalya’da, İtalya-ABD-İngiltere-Almanya-Fransa-AB’nin katılımı ile “Suriye’nin geleceği toplantısı” gerçekleştirmektedirler. Toplantıya TC’nin çağrılmamış olmaması dikkat çekicidir.
TC devletinin, Esad rejiminin yıkılmasında batı emperyalizminin ve İsrail siyonizminin çıkarlarını korumak için selefi cihatçı çeteleri örgütlediği ve her türlü lojistik desteği verdiği, bu çeteleri sevk ve idare ettiği bilinmektedir. Şimdi TC devleti, hizmetlerinin karşılığını almak ve “sofra”dan pay istemektedir. Özellikle Rojava’da Kürt ulusunun kazanımları ve bir statü elde etmesini kendisi açısından “beka sorunu” olarak görmekte ve askeri-diplomatik her türlü imkanı kullanarak engellemeye çalışmaktadır.
TC tam bir ikiyüzlülükle Suriye’nin “toprak bütünlüğü”nden sözederken, işgal ettiği Kıbrıs’ta “iki devletli çözüm”den bahsetmektedir. Yaklaşık 5 milyon insanın yaşadığı Kuzey ve Doğu Suriye’nin özerk bir statüye sahip olmasına bile tahammül etmeyen Türkiye’nin Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, yaklaşık 400 bin kişinin yaşadığı “Kuzey Kıbrıs” için devlet istemektedir.
TC’nin “Kürt barışı!”
TC devleti süreci fırsata çevirmek istemekte, Kuzey Suriye’de işgal ettiği toprakları ilhak etmek ve Rojava’da Kürt ulusunun herhangi bir kazanım elde etmesini engellemek için “barış” adı altında bir süreç yürütmektedir. Bu amaçla İmralı Adası’nda tecrit altında tuttuğu A.Öcalan’a başvurmuş durumdadır. Kamuoyuna faşist MHP lideri D.Bahçeli’nin açıklamalarıyla yansıyan bu sürecin ne olduğuna dair herhangi bir somut bilgi olmamakla birlikte R.T.Erdoğan Amed’te yaptığı açıklamada; “Terör belasını ilanihaye bitirmek için ülkemizin önüne yeni ve önemli bir fırsat penceresi daha açılmıştır” ifadelerini kullanmaktadır.
Suriye’de yaşanan gelişmeleri bir fırsat olarak gören TC devleti, PKK lideri A.Öcalan’la DEM Parti heyetinin görüşmesine izin vermiş ve A.Öcalan’ın kamuoyuna yönelik 7 maddelik bir mesajı açıklanmıştır. A.Öcalan mesajında, tüm siyasi aktörlere “dar ve dönemsel hesaplara takılmadan inisiyatif alın” çağrısı yapmakta ve “Türk-Kürt kardeşliğini yeniden güçlendirilmesi” gerektiğini ifade etmektedir. A.Öcalan’ın ifade ettiği bu görüşler yeni değildir.
Hatırlanırsa A.Öcalan savunmasında “paradigma değişikliği” yaptığını ve Kürt Ulusal Özgürlük Hareketinin “demokratik özerklik” temelinde çözüme hazır olduğunu ilan etmişti. Elbette bu yaklaşım başta Kürt ulusunun Özgürce Ayrılma Hakkı’nın reddedilmesi temelinde sorunlu bir yaklaşımdır. Ancak meselenin “çözümü” için ortaya bir irade konulduğu da ortadadır. Dahası tutsak edilmeden ve tutsak edildikten sonra A.Öcalan “barış” çağrıları yapmış, kendisine bir muhatap aramıştır. Bu konuda sonradan oyalama olduğu ortaya çıkan kimi süreçlerde yaşandığı herkesin malumudur.
TC devletinin hedefinin Kürt ulusal sorununu demokratik bir zeminde çözmek değil, zorlandığı koşullarda Kürt ulusunun ezilen bağımlı ulus statüsünün yeniden güncellenmesi olduğu açıktır. Çünkü TC devletini üzerinde yükseldiği zemin ve sınıfsal yapısı, bu sorunu demokratik bir temelde çözmeye imkan vermemektedir. Gelinen aşamada Suriye’de yaşanan gelişmeler TC devletini bir kez daha A.Öcalan’la görüşmek zorunda bırakmıştır. Amaç elbette Türkiye’de Kürt ulusunun bir ulus olmasından kaynaklı en temel haklarının yasal bir zeminde kabul edilmesi, demokratikleşme, barış vb. hiç değildir. Amaç Suriye’de Kürt ulusunun bir statü kazanmasını engellemek, engelleyemediği nokta da ise kendisine tabi kılmaktır.
TC devletinin bu amaçla belli bir süredir A.Öcalan’la görüştüğü anlaşılmaktadır. TC devletinin bu adımı atmasında A.Öcalan’ın kamuoyuna yönelik açıklamasında; “Gazze ve Suriye’de yaşanan hadiseler göstermiştir ki, dışarıdan müdahalelerle kangrenleştirilmeye çalışılan bu sorunun çözümü artık ertelenemez bir hal almıştır” ifadeleri ve yine DEM Parti heyetinin “Eğer bu fırsatı da kaçırırsak 72 taraf bu sürece müdahil olacak” ifadelerinde “dış güçler” vurgusunun etkili olduğu anlaşılmaktadır.
Kısaca TC devleti koşulların zorlaması ve Kürt ulusunun mücadelesini ve özellikle Rojava’da direnişini kıramadığı için adım atmak zorunda kalmış; bunu yaparken bir yandan Kürt ulusuna yönelik içerde kayyum ataması, gözaltı ve tutuklama saldırısını devam ettirirken, diğer yandan Rojava’da da doğrudan ya da maaşlı çetelerle saldırılarını sürdürmektedir. Böylelikle TC devleti Kürt Ulusal Özgürlük Hareketini “Ankara Barışı”na ikna etmek istemektedir.
Süreci karşılamaya hazırlanmak!
Bu süreçte TC devletinin halka yönelik saldırıları daha da artıracağı öngörülebilir.
Özellikle “barış”, “çözüm” “süreç”, “dengeler” vb. gerekçeleriyle işçi sınıfı ve emekçi halk üzerinde faşist baskı ve yasakların daha da artırılacağı açıktır. Nitekim bir yandan barış denilirken diğer yandan belediyelere kayyum ataması sürmekte, aralarında Özgür Gelecek Gazetesi’nin de olduğu devrimci ve Kürt basınına yönelik sansür saldırısı devreye sokulmaktadır.
Faşist saldırganlığın nedeni sadece Kürt ulusunun mücadelesi değildir. TC devleti ekonomik olarak da zor durumdadır. Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu durumu en iyi özetleyen (ve TÜİK’in başarıyla yaptığı gibi istatistiklerle oynama imkanı olmayan) veri, TC devletinin Ekim 2024 ayı itibariyle vadesi bir yıldan az kalmış toplam dış borcunun miktarının 236.1 milyar dolar olmasıdır. Kuşkusuz emperyalist sermayenin yarı sömürge bir ekonomisi olan Türkiye ekonomisini yönetenler, geleneksel yöntemleriyle “borcu borçla kapatacak”lardır. Ancak her durumda fatura işçi sınıfı ve emekçi halka çıkartılacaktır.
Nitekim açıklanan resmi enflasyon oranının bile çok altında asgari ücret açıklamasından sonra 15 bin liranın altında emekli maaşı açıklamak zorunda kalmışlardır. Bu bile başlı başına Türk sermayesinin içinde bulunduğu büyük servet transferinin, işçi sınıfı ve emekçilerinin emeğinin daha fazla sömürülmesine yönelik adımlarının göstergesidir.
Bütün algı operasyonlarına, “Türkiye Yüzyılı” propagandalarına rağmen TC devleti ekonomik olarak zor durumdadır. Bu süreci, elbette komprador burjuvazinin daha fazla büyüdüğü, sermayesine sermaye kattığı işçi sınıfı ve emekçilerin daha fazla yoksulluğa itildiği politikalarla aşmaya çalışacaklardır.
Buna paralel sıkışmışlığını başta Suriye Kürdistanı olmak üzere, Irak Kürdistanı’na yönelik fetih ve işgal savaşlarında gidermek istemektedir. İşçi sınıfı ve halk kitlelerine, “bir mermi kaç para haberiniz var mı?” diyerek açlığı ve yoksulluğu dayatmakta, gelişecek olası tepkileri şovenizm ve ırkçılıkla karşılanmaya çalışmaktadır.
2025 yılı hem uluslararası alanda hem de coğrafyamızda çelişkilerin daha da keskinleştiği, yeni bir emperyalist paylaşım savaşı da dahil olmak üzere, bölgesel savaş, çatışma ve işgallerin yaşanacağının güçlü işaretleriyle başladı. Buna bağlı olarak halka ve devrimcilere yönelik faşist saldırganlık artacaktır. Hem uluslararası alanda hem de coğrafyamızda bu sürece hazırlanmak, kitleleri bu gerçeklere göre bilinçlendirmek, halka gerçekleri açıklamak ve örgütlülüklerimizi güçlendirerek hazırlanmak gerekir.