İthal edilecek tarım ürünlerinin bazıları şunlar: Peynir ve peynir türleri , yulaf, yerfıstığı, pirinç, susam, ayçekirdeği, yağlı tohum, meyve unu vb.
Bu ürünlerin hepsi coğrafyamızda yetiştiği halde ithal edilmesinin tek bir amacı olabilir; oda yerli üretimi tasfiye etmektir. Girdi maliyeti kura bağlı olan, yerel üreticinin iç piyasaya sıfır gümrükle giren ürün konusunda rekabet etme gücünün olmaması, zarar etmesi nedeniyle ekemez hale gelmesi ve üretimden çekilmesi kaçınılmazdır.
Sözleşmeli Tarım, Kontrollü Tasfiye
Küçük üretici bir yandan kredi borçlarıyla sermaye kapanı kıskacındayken diğer yandan sözleşmeli üretim modeliyle vasıfsızlaştırılıyor. Yurdun dört bir yanında, köylü banka kredisini, Tarım Kredi Kooperatiflerine olan borçlarını, elektrik borçlarını ödeyemediği için haciz kıskacına karşı, “Yüksek Faize Hayır”, “Beraber Battık, Biz Bu Yollarda” sloganlarıyla eylem yapıyor.
Amasya’da bir üreticisinin domates fidesi alabilmek için Tarım Kredi Kooperatifi’nden çektiği kredi karşısında “Beni ayrıca 6500 lira katılım katkı payı ile borçlandırdılar. Toplam 20 bin liradan fazla faiz işlettiler. Yaklaşık 10 ay önce aldığım 12.500 lira şimdi 38 bin lira oldu” sözleri köylünün içine düştüğü tasfiye sarmalının boyutunu gösteriyor.
Koranavirüspandemisinin ekonomide yarattığı çöküntü tarım sektöründe her anlamda yansımış vaziyette. Salçalık domates hasadının başlamasıyla birlikte Bursa, Çanakkale, Manisa vb. yerlerde fabrikalar için sanayi domatesi üreten köylüler, imzaladıkları sözleşmeler karşısında muhatap bulamadıkları için bedelini ağır ödüyor.
Fabrikalar sözleşmelerde belirtilen fiyatlarla alım yapmadığı için köylülerin ürünü elinde kaldı. Tarlalarda domates bolluğu oluştuğu için domatesin kilosu 30-35 kuruş kadara düştü.
Fabrikalarla yapılan sözleşmelerde köylü aleyhine ağır yaptırımlar yer alıyor. Köylü sözleşmede bulunan hükümlerden birini bile karşılayamadığı zaman binlerce liralık borç yükü ile karşı karşıya kalıyor.
Borç ödenmediğinde ise şirketler mahkeme yoluyla köylünün üretim araçlarına, toprağına haciz koyduruyor. Kuraklık, sel, don vb. iklimsel etkenlerle ürünler zarar görse bile fabrikalar haciz uygulatabiliyor, buna karşılık ise fabrikaların aleyhine alabilecek hiçbir yükümlülük sözleşmelerde yer almıyor.
Çünkü özel şirketler, köylü küçük üretici ile yapılan sözleşmeleri taşeron aracılığıyla yapıyor. Böylece fabrikalar kendileri için bağlayıcı olamayan anlaşmaları istedikleri gibi ihlal edebiliyor.
Domates temel besinlerden biri olduğu için mutfağın her alanında yaygın olarak kullanılmaktadır. Gıda sanayinde konserve, salça, sos vb. bir çok çeşidinin üretimi yapılmaktadır. Türkiye dünya domates üretiminde 4. sırada yer almaktadır.
Coğrafyamızın tüm alanlarında domates üretimi yapılıyor olsa da iklim koşullarından kaynaklı sanayi tipi domates üretimi Ege ve Marmara Bölgesi’nde yaygın olarak yapılmaktadır. Salçalık domates üretiminin büyük çoğunluğu Bursa Bölgesi’nde yapılmaktadır. Salçalık üretimin yaklaşık %60-70 gibi bir oranı 5 büyük şirket tarafından yapıldığı için küçük üreticiye karşı bir tekel söz konusudur. Buna karşılık köylünün örgütsüz oluşu fabrikaların oluşturduğu tekelin elini daha da güçlendiriyor.
Kooperatif ve kamu sübvansiyonu güvencesinden mahrum olan köylü, fabrikalarla sorunu yaşadığı zaman birlikte ortak hareket edeceği kendine ait bir yapılanmanın olmamasının sorununu yaşamakta.
Türkiye’de tarım alanının yaşadığı sorunun başında üreticinin örgütsüz oluşu ve varolan içi boşatılmış kooperatiflerinin de özel şirket, tüccar, tefeci gibi aracıların menfaatleri için çalışması gelmektedir.
Siyasi iktidar partilerinin tarafından çıkarılan yasalar ile var olan kooperatiflerinin içeriği güdükleştirilerek köreltilmiş, kendi üyeleri olan köylüden ziyade sermaye gruplarının çıkarı için çalışan özel şirketlere dönüştürülmüştür. Köylü kooperatiflerde örgütlenemediği için ürün çeşit planlaması, ürünün kime kaç paraya satılacağı gibi konularda tek başına bırakılıyor. Domatesin bugün tarlada kalmasının bir çok nedeni var .
Girdi maliyetinin döviz kuruna bağlı olmasından dolayı sürekli artması fabrikaların sözleşmelerde belirtilen fiyatla alım yapmaması ve plansız üretim domates bolluğuna neden olmuştur.
Her yıl çevre Arap ülkelerine ihracat yapılırken bu yıl pandemi ve AKP’nin uygulamış olduğu dış politika, Arap ülkeleriyle sorunlar yaşanmasına neden olmuş, bunun sonucunda Arap ülkeleri domates ihracatını azaltmış (veya durdurmuş), domates üreticisi zarara uğratılmıştır. Dış pazarı kapanan üretici, iç piyasada tüccara tefeciye mahkum edilmiştir.
Yanlış anlaşılmalara neden olmamak için tarımda ihracat konusuna kısa bir parantez açmak gerekiyor. İhracat köylü lehine bir politika görülse de köylü/küçük üreticinin çıkarına değildir. Tam tersine bağımlılık ilişkisini arttırdığı için zararınadır.
“İhracat amaçlı tarımsal ürün üretmek IMF, DB ve DTÖ tarafından körüklense de üreticiler için ihracat amaçlı tarımsal ürün üretmek , bağımlılık yaratmanın yanı sıra risk de oluşturur. Çünkü üretici çiftçiler, dünya fiyatlarının belirlenmesinde etkin değildirler. Çiftçilerin ürettiği ihracat amaçlı tarımsal ürünlerin fiyatları maliyet+kar+insanca yaşam payına göre hesap edilerek belirlenmez. Bu fiyatlar belirlenirken köylülerin ürünlerini kaça mal ettikleri göz ününe alınmaz. Kim daha ucuza mal veriyorsa dünya fiyatları ona göre belirlenir. Bu anlamda tarımın uluslararası ticaretinde kıyasıya bir rekabet vardır ve ihracata dayalı tarımsal üretimin üzerindeki etkisi yıkıcı olacaktır, olmaktadır da… Dünya fiyatlarının temel alınması az gelişmiş ülkelere İMF ve DB tarafından dayatılır, bu da az gelişmiş ülkelerde çiftçiyi iflasa taşır.” (Küreselleşme ve Tarım Politikaları-Abdullah Aysu Su yay.)
Yarı sömürge, yarı feodal ülkelerde tarım ithalat kıskacıyla tasfiye edilmeye çalışıldığı gibi ihracat kıskacıyla da tasfiye ediliyor. Domates üreticilerinin uluslararası alanda yaşananlar nedeniyle başlarına gelenler ortada.
Yerli üreticinin uluslararası serbest piyasada çok uluslu gıda tekelleriyle rekabet edecek gücünün olmaması iflasa zemin hazırladığı gibi aynı şekilde uluslararası siyasi gelişmelerde küçük üreticiyi iflasa sürüklemektedir. İhracat tüm yönleriyle küçük üretici için riskli ve tehlikelidir.
Görevi kamu adına tarımdaki plansız, programsız, kendiliğindenci üretim modelini üretici ve halk için bilimsel teknik metotlarla düzenlemek olan Tarım Bakanlığı coğrafyamızda tam tersi politikalar uygulamaktadır.
Neoliberal serbest piyasa rejiminin siyasi erkler aracılığıyla uygulanmasından sonra Tarım Bakanlığı kamu adına tarımı tasfiye etme yükümlülüğünü de üzerine almıştır.
Köylü için katıksız emek sömürüsü olan sözleşmeli, üretim modelini Tarım Bakanlığı üreticinin kurtuluşu olarak sunmakta ve sözleşmeli üretimin yaygınlaşması için çalışma yapılacağını müjdeleyebilmektedir.
Sözleşmeli üretim sorucu köylü ürününün üzerindeki hakimiyetini, denetimini kaybetmesi toprağına, emeğine yabancılaşmasına yol açıyor.
Böylece sözleşme uygulatıcı özel şirketler, sanayi fabrikaları köylü üzerinde egemenlik kurmuş oluyor. Özel şirketler, köylüye tarlasında bahçesinde hangi tohum çeşidiyle hangi fideyle ekim yapacağını, tohumu kimden hangi firmadan alacağını, tohumu-fideyi hangi tarihte ekeceğini, hangi aralıklarla sulama yapacağını, tarlaya hangi gübre çeşidinin atılacağını hangi marka ilaçla ne sıklıkla ilaçlama yapılacağını, hasadın ne zaman olacağına varana kadar üretimin ilk anından son aşamasına kadar her şey şirketler tarafından belirleniyor.
Köylü üretimin ana unsuru olsa da toprağını ekeceği tohuma, gübreye, ilaca yabancı bunları(çoğu zaman) tanımıyor, bilgi sahibi değil. Geleneksel atadan miras tarımdan uzaklaştıkça şirketlerin tüccarın, tefecinin taşeron işçisi konumuna geliyor.
Üretimin başından sonuna egemenliğini taahhüt altına alan sözleşme sahibi şirketler sözleşme şartlarını istedikleri gibi hazırlayarak tamamen kendi menfaatlerine göre tek taraflı düzenliyor, köylüye, çiftçiye imzalarını dayatıyor.
Ürününü tek başına pazara sunamayan küçük üretici istemeye gerekli de olsa sözleşmeli üretime imza atıyor. “Marks yabancılaşmış emeğin mülkiyetinin kendine değil başka birine ait olduğunu ve bu başka birinin kapitalist olduğunu belirtmektedir. Kapitalistin kontrolü, çalışmanın biçimini, yoğunluğunu, süresini, ürünün çeşidini ve sayısını, çalışmayı çeyrek yan koşulları ve hepsinden önemlisi işçinin böyle bir çalışmada bulunup bulunmayacağını belirlemektedir”(Praksis-Sayı 43) derken burjuvazinin üretimin her alanın tüm emekçi kesimleri nasıl egemenliği, baskısı ve sömürüsü altına aldığına işaret etmekteydi. Bugün tüm bunların çok daha çeşitli biçimler altında yaşandığını her alanda görmekteyiz.
Sonuç olarak, Türkiye’de tarımın içinde bulunduğu durum oldukça kötüdür. Küçük, orta ve büyük üretimin tüm süreçlerinde esas baskı yine yukarıdan aşağıya şeklinde olmakta, küçük ve orta derece üretim yapan nüfusu yoğun şekilde etkilemektedir. Enerji politikası ile tarımsal alanların daraltılması arasındaki ilişki kırsal nüfusun düşürülmesi, tarımın toplumsal üretimdeki yerinin küçültülmesi, uluslararası iş bölümüne dayalı dolaşımın örgütlenmesiyle dolayısıyla emperyalist politikayla uyumludur.
IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü’nün bu noktada Türkiye’nin önüne koyduğu hedeflere bakıldığında bu noktalar görülecektir. Piyasadaki fiyat oluşumlarının arzı arttıran yani üretimi etkileme ve daha birçok amaçla uygun noktalara çekilmesi mümkünden fiyat aralıklarının uluslararası ölçütlerin üzerinden sabitleşmesine endekslenmesi kuraya dayanmaktadır.
Maliyet baskısının kur politikalarıyla ilişkisinden ithalat-ihracat politikalarının tarımsal alanda yarattığı sonuçlara kadar uygulanan stratejinin emperyalist politikalarla uyumluluğu görülmeden konuları bütünlüklü görmek zorlaşacaktır.
Ülkede süt üreticileri sütlerini sokaklara dökerken, üretim fazlası “okul sütü” projeleriyle eritilmeye çalışılırken, Venezuela’dan süt ürünlerinin ithalatının yapılması vs. buraya bakılarak anlaşılabilir. İthalatın süt piyasasında oluşan açığı gidermek için, fiyat istikrarını sağlamak için değil esasında süt alım fiyatını düşürmek için gerçekleştirildiği ortadadır.
Burada üretici ve tüketicinin korunmasına dönük bir durum yoktur, tersine alımı gerçekleştiren şirketlerin lehine sonuçlar üretecek bir politika söz konusudur ve bu tutum tüm alanlarda böyledir.
AKP-MHP bloğunun “yerli ve milli politikasının” tarımsal alana dönük sonuçları ortaya çıktıkça bunları kendilerine karşı “dış güçlerin komplosu”, “kurulan tuzaklar” vb. söylemlerle karşılamayı ilke edinmiş durumda.
Tarımsal alanın tasfiyesi, tarım arazilerinin enerji vs. şirketlerine peşkeş çekilmesiyle oluyor ancak ne hikmetse fiyat artışları AKP-MHP bloğuna karşı kurulmuş “uluslararası tuzak” oluyor.
Bir anda bir tuzak kuruluyor ancak bunu bizzat kendileri tarım emekçilerine, işçilere kuruyor. Bu tuzakları tersine çevirmenin tek yolu bulunmaktadır, tarım emekçilerinin birlikte emeğine-alınterine sahip çıkması. (bitti)
Makalenin ilk bölümü için TIKLAYNIZ!