Türkiye’nin zor yılı başlıyor. Kapkaç yapar gibi gece yarısı açıklanan asgari ücret, Suriye üzerinden başlatılan ‘fetihçi’ retorik, trol ordularının uydurduğu ve özellikle kışkırtıcı biçimde yaymaya çalıştıkları faşizan bir damgalama olarak ‘siyasal Alevilik’ tartışması, 2025’in her cepheden topluma yönelik sıkı bir kuşatmaya alınacağını gösteriyor. Şunu net biçimde söylemek 2025 için herhalde olağanüstü bir kehanet sayılmaz: Erdoğan rejimi gözünü kararttı. Kararttı çünkü, esaslı bir bariyeri hala aşabilmiş değil. Şimdi bunun için var gücüyle yükleniyor.
Peki nedir o bariyer?
Cuma günü farklı üniversitelerden öğrencilerin, genç akademisyenlerin 10 yıl önce kurduğu ve üniversitelerden atılan, ders vermesi yasaklanan hocalarla beraber özgürce tartışmalar yürüten Köstebek Akademi’nin bir paneli vardı. İstanbul Barosu Başkanı İbrahim Kaboğlu, Yıldız Teknik Üniversitesi’nden ihraç edilen İsmet Akça, siyaset bilimi öğrencisi Dilan Aydemir ve ben konuktuk. Konu “Hukuk Devletinin İflası ve Türkiye” başlığı altında anayasasızlaşma sürecinin tartışılmasıydı. Özellikle Kabaoğlu’nun konuşmasından bazı notları aktarmak isterim. Zira, 2025 ve sonrasında bizi esas olarak neyin beklediğini, siyaset alanının AKP tarafından nasıl dizayn edilmeye çalışılacağını ve özellikle yeni anayasa tartışmalarının gayesini net biçimde ortaya koyuyordu.
Şu sıra kendisi de iktidarın açtığı bir soruşturmanın muhatabı olan Kaboğlu’nun konuşmasını cümle cümle aktarmak yerine, yakın tarihten başlayarak çizdiği manzarayı kabaca şöyle şablonlaştırabiliriz:
Askeri darbelerle kesintiye uğrasa dahi 1950-2002 arasında bir anayasal devamlılık vardı. 2002-2015 arasında ise büyük anayasal değişiklikler gerçekleştirildi. Ama 1 Kasım 2015 seçimleri ile beraber 1950’de başlayan ve özünü “seçimle iktidarın el değiştirmesi” düşüncesinin oluşturduğu uzun tarihsel süreç nihayete erdirildi. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez seçimle iktidar el değiştirmedi. Doğrudan bir hükümet darbesiyle seçim sonucu yok sayıldı ve çatışmacı yöntemlerle ülke yeni bir seçime zorlandı.
İlk bariyer burada aşıldı işte. Devamındaki gelişmeler ‘siyasal egemenliğin gaspı’ olarak özetlenebilir.
Zira egemenlik siyasal ve hukuki bir hiyerarşi demek. Siyasal egemenlik, fiilen olmasa da hukuki olarak sınırsız bir iktidarı ifade eder. Egemen, zor kullanma tekeli ile teminat altına alınmış itaat üretebilme becerisi kazanır. Yani seçimle iktidarın el değiştirmesinin önünü tıkayacak her türlü araç, yol, yordam özerkleşmiş iktidarın tekelindedir.
İşte 15 Temmuz 2016 darbe kalkışması sonrasında sürekli bir olağanüstü hal tesis edilerek ‘siyasal egemenlik’ gasp edildi. 2017 referandumu ve ardından ilan edilen ‘başkanlık rejimi’ de resmen Cumhuriyet anayasacılığının sonu oldu. Artık bir anayasadan söz etmenin mümkün olmadığı bir rejim oluştu.
Özetle Kaboğlu, artık ‘anayasanın çöküşü’ sonrasını yaşadığımızı vurguluyor. Adı ‘Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ olsa da mevcut rejim karakteri dibine kadar otoriter olsa bile herhangi bir anayasaya dayanmıyor. Siyasal egemenliği gasp etmiş, devletin şiddet aygıtını, kaynaklarını, kadrolarını aruz ettiği şekilde sınırsız biçimde kullanma tekelini eline ‘anayasasız bir rejim’ söz konusu.
Ve tam burada rejim için en hayati sorunun belirdiğine işaret ediyor Kaboğlu: Toplumsal egemenliğin gaspı!
Rejimin önündeki son bariyer bu. 31 Mart yerel seçimleri, muhalefetin ortaya çıkan imkanları değerlendirip değerlendirememesinden bağımsız olarak, iktidarın siyasal egemenliği gasp etse dahi toplumsal egemenlikte hakimiyet kuramadığının en somut göstergesi oldu. Lakin meseleye sadece seçim çerçevesinde bakmak da yanıltıcı olur.
Çünkü rejim de sorununu sandıkla sınırlamıyor. Sandığa giden yolda pek çok maraz onu rahatsız ediyor. Üniversitelere, belediyelere kayyım atamalarına rağmen temsil yollarını bir türlü tam tıkayamama, yargı ve cezaevi cenderesindeki gazetecilerin etkisini kıramama, milyarlarca lirayla finanse edilen medya havuzlarına, trol ordularına karşın sokaktan gelen ve yalnızca sosyal medya aracılığı ile yayılabilen sıradan sesleri boğamama vs…
Veya Kazdağları’nda bir avuç köylü kadın, bir çok yerde olduğu gibi direnebiliyor. Birleşik Metal-İş üyesi işçilerin grevi bizzat Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile yasaklandığı halde devam ediyor. İşçiler, kudretli rejimin resmi yasak ilamını fiilen yırtıp atıyor. Tek tek siyasal egemenliği zorlayan, onu değiştirebilecek potansiyele ulaşamayan tepkiler olarak görülebilir bunlar. Ancak toplumsal egemenlik mücadelesinde her biri, rejimin kazanması gereken bir cephe savaşıdır. ‘Etki ajanlığı’, ‘dezenformasyon yasası’ vb. baskı araçları boşuna değil.
Öyleyse rejim nasıl aşmaya çalışıyor son bariyeri?
Kaboğlu, yeni anayasa tartışmasına dikkat çekiyor. 2017 referandumu ile “Türkiye’nin anayasa sorunu kalmamıştır” diyen iktidarın son iki yılda aniden ‘sivil anayasa’ dayatmasında bulunmasının, siyasal egemenliği, toplumsal egemenlikle de tamamlamaya dönük bir hamle olarak görüyor. Ve özellikle şunu söylüyor: “Anayasal yıkım süreciyle eşgüdüm hâlinde giden ‘anayasal dezenformasyon’ süreci var. Sivil anayasa’ kullanımı bir bilgi kirliliğidir.”
Uyarısı hayati Kabaoğlu’nun. Ortada anayasaya dayanmayan bir rejim varken, “yeni anayasa yapalım” çağrısına katılmak bir yana, “nasıl bir anayasa olsun” tartışması bile ‘yalancı anayasacılık’ sürecine dahil olmak demektir. Yani siyasal egemenlik gaspını ortadan kaldırmadan girilecek herhangi bir anaysa tartışması rejimin kendini mutlak kılmasının yolunun açılması demektir.
Dolayısıyla 2025 yılı, Erdoğan rejiminin gözünü iyice kararttığı ve her cepheden kuşatmayı sıkılaştıracağı bir yıl. Bu meydan muharebesinin adı da toplumsal egemenlik’ savaşı olacak.
(Gazete Duvar – 29 Aralık 2024)