Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasını engellemek için oluşturulan “İslamcılık” ve “Osmanlıcılık” projeleri çökünce İTC ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadroları ideolojik referans olarak “Türkçülük” projesine sarıldılar. Bu proje kapsamında yapılan çalışmalarda Alevilik ve Bektaşilik “keşfedildi”.
İTC’nin Merkez Komite Üyesi, Teşkilatı Mahsusa ve Karakol Cemiyeti’nin kurucularından Baha Sait’e göre “…Türkmen aşiretlerinin liderlerinden biri olan Bektaşiliği Anadolu’nun milli mezhebi olarak görmektedir.” (Markus Dressler, 2016, s. 131) Ayrıca Baha Sait ,“Türk Alevi topluluklarının gerçek amacı Türk dilini, ırkını ve kanını korumaktır… Türk milli ideolojili Arap beynelminelciliğinde ifadesini hiçbir zaman bulamazken, Alevi tarikatların tekkelerinde bunu bulmuş, Bektaşi dergâhları ve köy toplulukları bunun en önemli misalleri olmuştur” demektedir. (Elise Massicard, 2017, s. 43)
F.Köprülü de Alevi inanç ve ibadetlerinin köklerini Orta Asya’ya kadar uzanan Türk geleneklerine bağlamıştır. “Zira ona göre, Orta Asya Türk gelenekleri ile Anadolu popüler din pratikleri arasındaki bağı Yesevi tarikatı kurmuştu. Yeseriliğin bir kolu olarak filizlenen Bektaşilik ise daha sonra genişleyip müstakil bir kol olmuş, hatta Osmanlı topraklarındaki ‘heterodoks’ dini akımların hemen hepsini bünyesinde birleştirerek Türklüğün ana kollarından birisi olmuştur.” (Rıza Yıldırım, 2020, s. 47)
Böylelikle Alevilik ve Bektaşilik ekseninde Türk milleti projesi uygulanmaya başlanmış daha sonraları da “Aleviliğin İslamiçi olduğu”, gerçek Türk Müslümanlığı/İslamı olduğu yönlü argümanlarda bu projeye monte edilmiştir. Projenin önemli ayaklarından birini de Bektaşiliğin Ahmet Yesevi ile bağlantısını kurmak oluşturuyordu. Böylelikle Orta Asya’dan bugüne kesintisiz bir Türk Aleviliği-Bektaşiliği inşa edilmiş olacak tüm Alevilerin Türk olduğu vurgulanarak özellikle Kürt Aleviliği ve Kürtlük inkâr edilmiş olacaktı. Abdülbaki Gölpınarlı’nın Hac-ı Bektaş Veli ile ilgili verdiği doğum ve ölüm tarihlerini yukarıda verdik. Ayrıca İrene Melikoff da Hac-ı Bektaş Veli’nin 1270-71 tarihinde öldüğünü, Ahmet Yesevi’nin ise 1166-1167 tarihinde ölmüş olduğunu söylemektedir.
Melikoff ayrıca “Uyur İdik Uyardılar” adlı kitabında “Vilayetnameye göre Hacı Bektaş, bir Ahmet Yesevi müridiydi. Bu elbette, yalnızca bir söylencedir” diyor. Ahmet Yaşar Ocak da “Her halükârda bugün, Yesevilik’in Anadolu’da daha 13. yy. başında Hacı Bektaş-ı Veli’nin (ö 1270) Haydarilik tarafından eritildiğini, Haydarilik’in Hacı Bektaş kültü etrafında gelişen bir kolunun 16. yüzyılın başlarında bağımsız hale gelerek Bektaşilik tarikatını oluşturduğunu çok iyi biliyoruz” şeklinde aktarıyor. (Ahmet Yaşar Ocak, 2018, s. 47)
Markus Dresler adı geçen kitabında Ahmet T.Kara, Mustafa’nın, “…bu iki Sufi arasında gerçekten kişisel bir ilişki olduğunu varsaysak bile –ki bu durum iki şahsiyetin yaşamlarının kesişmediği, ya da en azından çok kısa bir süreliğine kesiştiği düşünüldüğünde, hayli ihtimal dışı görünmektedir.- Yesevi-Bektaşi bağlantısının 13. yy. Anadolu Sofileri arasında bir Yesevi kimliği bulunması iddiasının inandırıcılıktan yoksun olduğunu, zira hem Yesevi hem de Bektaşi geleneklerinin bunlara ismini vermiş olan hocaların ölümünden asırlar sonra tarihsel olarak belirgin tasavvuf oluşumları haline geldiğini ortaya koymaktadır. Bu nedenle ‘Köprülü’den kaynaklanan Yeseviliğin Anadolu tasavvufunun ya da halk İslam’ının gelişmesinde belirleyici bir rol oynadığı görüşü[nün] artık bütünüyle terk edilme[si] gerektiğini iddia etmektedir. (Kara Mustafa) Türk kültürünün sürekliliği teorisi Köprülü’nün genel olarak ‘halk’ kültürünün sürekliliği ve özel olarak da Yesevi-Bektaşi bağlantısı savına dayandığından, Kara Mustafa’nın Köprülü’nün Yesevilik (Yeseviye) yorumuna yönelik eleştirisi, Sufi Müslüman kültürü ile Orta Asya ve Anadolu arasındaki başlıca süreklilik kanıtlarından birini bertaraf etmektedir” demektedir.
Türkiye Cumhuriyeti devleti kurulduktan sonra 30 Kasım 1925’te 677 sayılı “Tekke ve Zaviyelerde Türbelerin Şeddine ve Türbedarlıklarla BirTakım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun” çıkarılır. Bu kanunla, Mücahidin-Bektaşi’ye adıyla alay kurup 1. Emperyalist Savaşta Rus cephesinde yer alan, Büyük Millet Meclisi ikinci başkan vekili olan, Mustafa Kemal’in dergâhında ziyaret edip “Kurtuluş Savaşı”na destek istediği Cemaleddin’in (Ulusoy) postnişinliğini yaptığı Bektaş-ı Veli dergâhı olmak üzere bütün Kızılbaş-Alevi ocakları, dergâhları, tekkeleri kapatıldı.
Dergâhın değerli eşyaları Etnografya Müzesi’ne kaldırıldı. Diğer eşyalar ise Ankara İtfaiye Meydanı’nda satıldı. Elise Massicard bu kanundan sonra resmi olarak Bektaşilik faaliyetinin sona erdiğini ve tarikatın örgütsel merkezinin Arnavutluk’a taşındığını belirtmektedir.
1990’lı yıllarda gelişen toplumsal muhalefet çerçevesinde Kızılbaş Alevi-Bektaşi hareketlenmesi sonucu pek çok dernek ve vakıf hayat bulmuş, bu çerçevede Hac-ı Bektaş’ın Nevşehir’de bulunan dergâhı da kitlelerin tekrar buluşma alanlarından biri haline gelmiştir.
Hac-ı Bektaş Veli’nin tartışmalı hayatını ve tarikatın tarihsel sürecini, egemenlerle ilişkilerini belli çerçeveler içerisinde kısaca özetlemeye çalıştık. Günümüzdeki tartışma, Arnavutluk’ta bir devlet kurma tartışması “babagan” kolu içerisinde Arnavutluk’taki belli çevrelerin “devlet kuracağız” çıkışıyla ortaya çıktı.
Başta da bahsettiğimiz gibi Türkiye’deki iktidara yakın, çıkar ilişkisi geliştiren kimi Alevi-Bektaşi çevrelerde “dış güçler”, “Alisiz Aleviler” vb. argümanlarla bu “devlet çıkışına” karşı çıkıyorlar. Kendi Bektaşi silsilesi tartışmaları dışında bu konu Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin içişlerine karışmak olarak iktidar yanlısı çevreler tarafından tartışılıyor, bu yönlü bir vurgulamada bulunuluyor.
Türkiye sınırları içerisinde sürekli ötekileştirilen, baskı gören, kimlikleri reddedilen, öldürülen/katledilen Kızılbaş Alevi Bektaşi birey ve toplulukların hiçbir demokratik hak ve talepleri karşılanmıyor. Muhalefet partisi lideri seçim meydanlarında “Alevi o, Alevi” denilerek Cumhurbaşkanı tarafından mitinge katılanlara yuhalatılıyor.
Sivas, Maraş, Çorum ve daha pek çok yerde insanların Alevi-Kızılbaş oldukları için evleri işaretleniyor, saldırıya uğruyor, kurşunlanıyor, yakılıyor, katlediliyorlar. Meydanlara çıkıp demokratik hak ve taleplerini dile getirdiklerinde en acımasız şekilde bastırıldıktan sonra başkaları tarafından kandırıldıkları, dış güçlerin oyununa getirildikleri, birilerinin düğmeye bastığı için harekete geçtikleri, devlet ve iktidar yetkililerine ve onlarla çıkar ilişkisi içinde olan kendilerine Alevi-Bektaşi diyen kimileri tarafından suçlanıyor ve hedef gösteriliyorlar.
Bu bağlamda, Alevi toplumun demokratik bir karakter taşıyan eşit yurttaşlık talebi ve mücadelesi önemli bir yerde duruyor. Alevi/Kızılbaşlar inanç, gelenek ve kültürlerini bağımsız kendi ayakları üzerinde duran bir çizgide inşa edecekleri/ettikleri öz örgütleri aracılığıyla inşa edebilir ve kurumsallaştırıp süreklilik sağlayabilir.